Yazan: F.Celali
23 Ocak günü, saat sabah 05.32'yi gösteriyor. Bugün, intihar edeceğim gün. Balkonda oturmuş güneşin yükselişini izliyorum. Elimde bir kahve fincanı, yarıdan fazlası dolu. Kahve tamamen buz gibi olmuş. Bilerek içmedim. Rüzgar yüzüme narince dokunup saçlarımı dalgalandırıyor. Oturduğum ahşap sandalyenin yanında bir de ahşap masa var, zamanında uyumlu gözükmesi için takım olarak alınmış. Masanın üzerinde bir küllük, küllüğün içinde bir düzine sigara izmariti var. Sigara bana hep bu dünyanın anlamsızlığını hatırlatıyor. Başlarda büyük bir keyif alırsın içerken, sonra bu keyif her söndürülüp buruşturulan izmaritte biraz daha azalır. En sonunda sana keyif vermediği halde bırakamayacak hale gelirsin. Her çektiğin nefeste o zevki almanın umudu vardır aklında, ama nafile. Bir daha asla o keyfi alamazsın içtiğin sigaradan. Hayatım da işte böyle tam olarak. Buruşturup attığım her sene bir öncekinden daha berbat oldu. Her geçen sene daha az keyif aldım, daha az istedim yaşamayı. Ve nihayetinde bıraktım keyif almayı hayattan, son birkaç senedir belki yine yaşama tutunacak bir şey bulurum diye yaşadım. Son günlerde düşünüyordum ama birkaç saat önce, 22 Ocak gecesinin sabaha karıştığı o saatlerde kesin karar kıldım kendimi öldürmeye. Olmuyor. Ben tutunamadım bu hayata, herkes tutunacak değil ya nihayetinde. Napalım? Kısmet değilmiş. Hiç üzülmüyorum bu duruma. Eskiden çok canımı sıkardı fakat artık umursamıyorum.
Bu hayatın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Dini inancım falan da yok. Eskiden vardı tabi. Yeni doğan her çocuk ailesinin inancına doğar ve yetişir. Ben de öyle yetişmiştim. Ergenliğime kadar inancımın gerekliliklerine uymasam da sözde inançlıydım. Sonra bir gün düşündüm, kafa yordum. Hissetmiyordum. İçimde bir tanrı inancı yoktu. Hissetmediğim bir tanrıya inanıyormuş gibi yapmanın da manası yoktu tabi. O defteri orada kapattım. Dinden çıkan insanlar; dinden çıktıkları zaman, dinin doldurduğu o manevi boşluğu hissederler. Ben ise o maneviyata hiç sahip olmadım ama o boşluk her zaman benimleydi... Peki anlamı olmayan bu hayatta niçin yaşamalıydım ben? Bu soruya bir cevap bulamadım hâlâ. Bulabilsem zaten bu durumda olmazdım.
Güneş tamamen görünür hâle gelmiş, nihayet sabah olmuştu. Kuşlar tatlı tatlı ötüyordu. Hava güzeldi, ne üşütecek kadar soğuktu ne de terletecek kadar sıcak. İnsanların bir oh çekip huzur bulduğu o güzel ortama sahiptim ama böyle bir huzuru hissedemiyordum. Aradan geçen yıllarda tamamen hissizleşmiş ve duygularımdan arınmıştım. Kahve fincanını alıp içeriye, mutfağa girdim. Fincanın içindeki kahveyi lavaboya döktüm. Göz ucuyla kahve kavanozuna baktım. Evde kahve kalmamıştı.
Üzerime önceden ütülemiş olduğum beyaz gömleği ve kumaş pantolonu giydim. Dişlerimi fırçalayıp evden çıktım. Arada sırada görüştüğüm yakın arkadaşım İsmail'in yanına gidecektim. Saat 9'u geçiyordu. Evimin önündeki otobüs durağına indim. Durakta oturup otobüsü beklemeye başladım. Durağın sol tarafında ben oturuyordum, sağ tarafında ise iki erkek çocuk vardı. İkisi de ilkokul çağındaydı. Tahminimce aralarında 1 veya 2 yaş vardı. Sırtlarında tuttukları takımın logosu olan birer sırt çantası, okula gidiyorlardı. Küçük olan burnunu karıştırıyordu. Abisi onu görünce ensesine yapıştırdı bir tane. Kardeşini kibarca(!) ikaz etti. Bu sırada otobüs durağın önüne yanaşmıştı. Yerimden kalkıp otobüse bindim. En arkada cam kenarındaki koltuk boştu. İlerleyip oturdum. Bir süre dışarıyı izledim camdan. İnsanları gözlemledim. Herkes kendi işine bakıyordu. Kimi elinde çantası ile işe gidiyor, kimi dükkanının önünde oturmuş etrafı seyrediyordu. Bir süre sonra istemsiz daldım düşüncelerime ve yol böylece akıp gitti.
Otobüsten inip bir başka otobüse bindim. Otururken biraz uyukladım. Durağa yaklaşınca ayağa kalktım ve otobüsten indim. Yaklaşık 5 dakikalık bir yürüyüşün ardından İsmail'in oturduğu apartmana varmıştım. 6 Numaralı dairenin ziline bastım, kısa süre sonra apartman kapısı açıldı. Merdivenlerden yukarı çıktım. İsmail'in dairesi 3.kattaydı. Kapıya ulaştığımda onu karşımda gördüm. Kirli sakalı, hafif ağarmış saçları ve sıcak gülümsemesiyle beni karşıladı. Dostane bir şekilde elini uzattı, tokalaştık. Tokalaşırken beni birden kendine çekti ve sarıldı.
“Seni görmeyeli uzun zaman oldu kardeşim, nerelerdesin, nasılsın?” dedi içten bir ses tonuyla.
Sahi görüşmeyeli bir hayli zaman olmuştu. Biraz sonra salona geçtik. ”Buyur, geç otur.” dedi, koltuğu eliyle işaret ederek. Ben de dediği gibi oturdum. O mutfağa gitti, tahminimce yiyecek bir şeyler getirecekti.
İsmail'le arkadaşlığımız liseye dayanıyordu. Ben o zamanlarda sınıfın sessiz çocuğuydum, o ise şakalarıyla tüm sınıfı güldüren komik çocuktu. Hiç arkadaşım yoktu, zorunda kalmadıkça kimseyle konuşmuyordum. Kişiliklerimiz tamamen farklıydı ama ne ilginçtir ki, o yine de benimle arkadaş oldu. O zamanlardan beri görmeye katlanabildiğim tek kişi o. Liseden sonra gazetecilik okumuştu İsmail. Kalburüstü bir gazetede köşe yazıları yazıyordu, fena olmayan bir maaşı vardı. Bazı günler evden çalışırdı, bugün o günlerden biriydi.
“Ben de mi okul okusaydım acaba?” düşüncesi aklıma geldi. Lise son sınıfın başlarıydı, çalışmaya niyetlenmiştim o ara sınava. Birkaç ay çalıştım, güzel de gidiyordu. Sonra annem öldü. Uzun süre yatağımdan çıkmadım. Çalışmayı da bıraktım, o senenin tamamını bomboş yatarak geçirdim. Nihayet liseyi bitirmiştim ama sınava girmedim. Bir restoranda, garson olarak çalışmaya başladım. Yıllar geçti, ben o restoranda çalışmaya devam ettim. Yaklaşık bir hafta önce işten çıkardılar beni, restoran zarar ediyormuş. Ben de biraz dinlenmeye karar verdim. Yeni bir iş aramadım. Ömrümün son günlerini çalışarak geçirmek istemedim…
Biraz sonra, İsmail geri geldi salona. Önüme bir sehpa koydu, üstüne de bir bardak çay ve birkaç kurabiye. Karşıma geçip oturdu.
“Nasıl gidiyor, napıyorsun, çocuklar nasıl?” dedim.
“İyi abi, nasıl olsun. Çocuklar da iyiler, bir sıkıntı yok. Beni boşver, asıl sen nasılsın? Kapıda sorunca geçiştirdin ama şimdi konuşacaksın, kaçışın yok vallahi.” dedi gülümseyerek.
“Canım sıkkın biraz, işten çıkardılar.” dedim. Sanki tek problem oymuş gibi.
“Hayda! Neden çıkardılar? Tam şerefsiz bu patronlar ya!” dedi sesini yükselterek. İsmail, üniversite zamanlarından beri sol görüşlüydü. Bana hep anlatırdı bu düşüncelerini; işçiler, emek, eşitlik… Ben ise pek anlamazdım politikadan.
Birkaç saat öyle konuştuk. Neden işten çıkarıldığımı anlattım. O bana çocuklarını anlattı, büyük olan okula başlamış bu sene… Aslında bu sohbet bana uzun zaman sonra gerçekten iyi gelmişti. Yaptığım hiçbir şeyden epeydir bu sohbet kadar keyif almamıştım. O an sorguladım kendimi. Her şeye rağmen keyif almıştım. Acaba intihar etmekten vaz mı geçmeliydim? Fakat bu his anlıktı, birkaç saat sonra her şey yine eskisi gibi karanlık olacaktı. Kararlıydım, intihar edecektim.
Buraya gelmemin asıl sebebi; en yakın arkadaşıma, bu dünyadaki tek dostuma veda etmekti. Kafamı kaldırdım, duvardaki saate baktım. 15.32’yi gösteriyordu.
“İsmail, ben buraya sana bir şey söylemeye geldim.” dedim, yüzümde ciddi bir ifadeyle. Ciddiyetimden tedirgin olmuştu.
“Hayırdır inşallah.” dedi.
“İsmail, ben buraya sana veda etmeye geldim.” dedim.
“Ne vedası abi, ne diyorsun sen?” diye karşılık verdi.
“Benim şehir dışında yaşayan bir akrabam var, amcamın oğlu. Bir nakliye şirketine ortak. İşten çıkarıldığımı duyunca bana ortağı olduğu şirkette iş teklif etti. Ben de kabul ettim.” dedim, İsmail’i yatıştırmak için. Ona intihar edeceğimi söyleyemezdim, beni engellemeye çalışırdı.
“Oğlum korkuttun lan beni, niye tek tek söylüyorsun? Hayırlı olsun da neden veda ediyorsun? Elbet görüşürüz arada bir.” dedi. Sakinleşmişti ama canı da sıkılmıştı biraz gideceğimden.
“Olsun, ölüm var kalım var. Ben yine de veda etmek istedim.” diye cevap verdim.
Çok geçmeden kalktım işlerim olduğunu söyleyerek. Kapıya kadar bana eşlik etti. İçtenlikle sarıldık, vedalaştık. Çıkarken, çocuklara ve eşine selamımı iletmesini rica ettim.
Çıktığımda saat neredeyse 16 olmuştu. Havanın kararmasına yaklaşık 2 saat vardı. Son bir kez gün batımını izlemek istiyordum. İsmail’in evinin yakınlarında yüksek bir tepe vardı. Tepenin en üstüne de bir kafe açmışlardı. Bu kafenin bir cam terası vardı, altınızdan geçen insanları seyrederken kahvenizi yudumlayabiliyordunuz. Ayrıca, gün batımı manzarası da çok güzel oluyordu. En güzel yanı da şuydu ki, kafe neredeyse hiçbir zaman kalabalık olmuyordu. Birkaç defa gitmiştim buraya. İntihar etmeye karar verdiğimde de aklıma ilk bu kafe gelmişti. O terastan atlayabilirdim.
Otobüsle zaman kaybetmek istemediğimden taksiye binmek istedim. Cüzdanıma baktım, biraz param vardı; zaten birkaç saat sonra daha fazlasına ihtiyacım olmayacaktı. Ana yola çıktım ve bir taksi çevirdim. Yaklaşık yarım saatte kafeye varmıştım.
Cam terasın olduğu kısma geçtim, bir masaya oturdum. Birkaç dakika sonra garson geldi.
“Ne alırdınız efendim?” diye sordu.
“Bir tane latte alayım.” dedim ve teşekkür ettim. Normalde daha sert kahveler içmeyi severim ama o an ağzımdan öyle çıktı. Yaklaşık 5 dakika sonra garson kahvemi getirdi ve masaya bıraktı. Tekrar teşekkür ettim, “Rica ederim.” dedi ve uzaklaştı.
Güneş batmak üzereydi. Hava biraz rüzgarlıydı. Derin nefesler alıp verdim. İşte tam o an bir şey oldu. Uzun zamandır hissetmediğim, daha doğrusu hissedemediğim huzur ve mutluluk hissi geri gelmişti. Kafam karışmıştı. Biraz düşündüm. “Onca yıldır olmayan bu hisler neden şimdi geri gelmişti? Neden tam hayatımı sonlandırmaya karar verdiğim zaman yeniden ortaya çıkmıştı bu güzel hisler?” Bu sorular beni hemen sinirlendirmeye yetmişti. Bağırmak, haykırmak, isyan etmek istedim. Dünya’nın yanıp yok olmasını arzuladım ama hiçbir şey yapmadım. Derin bir nefes daha aldım. Ben bu hayata yapılabilecek en büyük isyanı, en büyük haykırışı biraz sonra yapacaktım zaten. Bu düşünce beni sakinleştirdi. Derin bir nefesle daha doldurdum ciğerlerimi.
Güneş tamamen batmış, ufuklar kızıl tonlara bürünmüştü. Gün geceye karışıyordu usulca. Kahvemi bitirmiştim. Cüzdanımda kalan tüm paramı çıkarıp masaya bıraktım. Ayağa kalktım, cam terasın kenarına yürüdüm. Her iki elimi de terası sarmalayan demir korkulukların üstüne koydum. Aşağıya baktım, bir süre yeni yanmaya başlayan şehir ışıklarını izledim. Ellerimden kuvvet alarak korkulukların ardına geçtim. Orada bir tek ayağımın sığacağı uzunlukta bir çıkıntı vardı. Ayaklarımı oraya koydum. Kalbim çok hızlı atıyordu. Aklımdan aynı anda binbir tane şey geçti. Çocukluğum, gençliğim, İsmail, annem… Tedirgin olmuştum. Ölümden korkmuyordum, pişman olmaktan korkuyordum. Evet, öldükten sonra pişman olamazdım ama ben o pişmanlığın tamamını, sanki ölmüşcesine şimdiden yaşıyordum. Kafamın karışıklığı da hâlâ geçmiş değildi. Hayata karşı hissettiğim bunca öfkeye rağmen yine de, bir şekilde, uzun zaman sonra hayattan keyif almayı başarmıştım. Acaba her şeye rağmen, hayatın boktanlığını kabullenip yaşamaya devam mı etmeliydim? Hayvanları düşündüm o sırada, bir kedi mesela. Bir kedi kendi yaşamının ne kadar anlamsız olduğunu düşünmezdi, yalnızca yaşardı. Onun için yaşamak böyle bir şeydi, basitti, onu karmaşıklaştıran bizlerdik. Bütün bunlar aklımdan geçerken durdum, bilincim devreye girdi. Beynimin yaşamaya devam etmek için büyük bir çabayla bana düşündürdüğü şeylere hayran kalmıştım. Bunun ilkel bir “hayatta kalma dürtüsü” olduğunun farkındaydım fakat itiraf etmeliydim ki haklılık payı vardı. Etrafıma uzun uzun baktım. Rüzgarın şiddeti artmıştı, yine de yüzüme vuran rüzgar bana iyi hissettirdi. Etrafı izledikten sonra kafamı aşağı eğdim. Arık karar anı gelmişti. Ne yapacağımdan emindim.