—Hocam öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için tüm Mülkiye Postası ekibi adına teşekkürlerimi ileterek başlayayım.
Doç. Dr. Dinçer Demirkent: Ben teşekkür ederim.
—İlk sorumuz şöyle, 11 Ocak 2016'da 1128 akademisyenin imzasıyla başlayan Barış İçin Akademisyenler bildirisi imzacılarından birisiniz. Bildirinin içeriği ve yansımaları kamuoyunda yıllardan beri tartışılıyor. Siz anayasa hukukuyla ilk defa karşılaşmış bir 1. sınıf öğrencisine, niçin bu bildiriyi imzaladığınızı kısaca nasıl açıklarsınız?
Doç. Dr. Dinçer Demirkent: Neyse ki Anayasa’yla karşılaşmış 1. sınıfı öğrencilerine ders veriyorum şu anda, ufak tecrübem var. Bir kere şöyle oldu, 1128 öğretim üyesi, akademisyen, doktora sahibi, bilim insanı, araştırma görevlileri, doktorlarına devam eden, bu bildiriye imza attılar. Barış İçin Akademisyenler bildirisi olarak anılıyor, başlığı da “Bu Suça Ortak Olmayacağız” idi. Ocak 2016'da açıklandı. Türkiye bu süreçte, 2016'yı önceleyen süreçte, 2015'te çok ciddi sonuçları olan birtakım şiddet eylemlerinin de ülkesiydi diyelim. Ankara'da Kızılay'da bir terör saldırısı oldu, iki terör saldırısı oldu hatta merkezde ve 10 Ekim 2015'te de Ankara'da bir gar katliamı oldu. Barış mitingiydi, gar katliamının olduğu miting ve bu barış mitingine ortasında iki bomba patladı ve 104 insan hayatını kaybetti. Sendikaların, meslek örgütlerinin çağrısıyla insanlar oraya gitmişti. Türkiye'de barışın kurulmasını, barışa geri dönülmesini talep ediyordu. Fakat bu dönemde özellikle 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arası, yani seçimlerin yenilendiği, 2015 seçimlerinin yenilendiği dönem arasında ne yazık ki bir çile sarmalına sürüklendi bu ülke. Ve bu sarmalın en ciddi şekilde yaşandığı yer de Güneydoğu Anadolu’daki illerimizdi. Devlet bu dönemde operasyonlar başlatmıştı ve hem Birleşik Milletler ekipleri hem Türkiye'deki insan hakları kuruluşları buna ilişkin çok ciddi ağır insan hakları ihlalleri olduğuna dair raporlar sunuyorlardı. Ve kamuoyundaki temel meselemiz buydu. Kamuoyundaki temel bir meseleye ilişkin de bilim insanı olduğunu söyleyen insanlar bu meseleye ilişkin bir açıklama yapma zorunluluğu hissettiler. Ve bu 1128 akademisyen de bu insan hakları ihlalleri durdurulsun diye bir açıklama yaptı. Burada insan hakları, ağır insan hakları ihlalleri var. Bu ihlaller durdurulsun, ihlallere ilişkin raporlamalar yapılsın ve barış sürecine geri dönülsün. Bildirinin içeriği buydu. Ben bu 1128 akademisyenin içinde değildim. Daha sonra bu bildiri imzaya açıldıktan ve basın açıklamasıyla duyurulduktan sonra dönemin başbakanı bu bildiriyi imzalayan akademisyenleri, çok ağır bir dille hedef gösterdi. “Hain” dedi, “Karanlık” dedi, “Aydın değilsiniz, karanlıksınız” dedi. Buna benzer birçok ifadeyle… Savcılar göreve çağırıldı. Ardından rektörler harekete geçti. Ve o süreçte imzaya tekrar açıldı. Dolayısıyla benim ilk imza metninden haberim yoktu. İkinci metinde iki motivasyonum vardı. Birincisi hakikaten bu şiddet eylemlerinin, şiddet ortamının dinmesi gerekiyordu ve bunun için de barışa dönmek gerekiyordu. İnsan haklarının ihlallerinin durması bunun birinci koşuluydu. İkinci olarak da, akademik özgürlüğün korunması gerekiyordu. Akademik özgürlüğün korunması demek, akademisyenlerin özgürce ifadelerini sunabilmeleri demek. Dolayısıyla sayı 1128'den 2000'in üzerine çıktı. 2000'in üzerinde akademisyen de bu bildiriyi imzaladılar. Anayasa hukuku öğrencilerime derslerde anlattığım öğrencilere aşağı yukarı aynı şeyleri söylerim. Modern anayasacılık bakımından bir anayasadan bahsediyorsak üç şey gerekir. Bunlardan birincisi iktidarın sınırlandırılmış olmasıdır. İkincisi, temel devlet organlarının anayasada yetki ve görevlerinin sayılması ve bu sayılan yetki ve görevlerin konulan sınırların ötesine, herhangi bir organ diğerinin işlevini ve görevini gasp ederek, geçmemesidir. Ve üçüncüsü, bizim konumuzla asıl ilgili olan, devlet ve vatandaş arasındaki bağı anayasal olarak kuran, temel hak ve özgürlüklerin güvence altında olmasıdır. Dolayısıyla iki temel haklı özgürlük. En temel haklardan biri, yaşam hakkı, kişi güvenliği hakkı gibi hakların, o dönem sokağa çıkma yasakları da vardı, dolayısıyla birçok hakkın iç içe geçtiği ihlaller, yaşam hak ihlalleri bakımından, ağır insan hakkı ihlalleri oluşturduğu rapor edilen bir süreçte, anayasa dersi veren, temel haklar ve özgürlükler dersi veren ya da fizik dersi veren, matematik dersi veren bir üniversite hocasının bu konuda söz söylemesinden daha doğal bir şey yok. İkincisi, bu konuda söz söyleyen, ikinci imzacılar için söyleyeyim, bu konuda söz söyleyen akademisyenlerin üzerine atılı suçlamalara, onlara yapılan tekliflere karşı göğüs germek, üniversiteyi korumak, akademik özgürlüğü korumak bakımından da bu anayasal bir mesele. Dolayısıyla benim bu bildiriye imza atma motivasyonum bunlardı.
— Daha sonrasında hocam, 2016 darbe girişimi ve 2017'de OHAL ile beraber bağlı bulunduğunuz okuldan KHK ile ihraç edildiniz. Ve kurulan OHAL komisyonu kararı 5 yıl gecikmeli olarak çıktı. 2018'de Mülkiyeliler Birliği Başkanı seçilmenize rağmen bu sıfatla bile Mülkiye’ye giremediniz. Tüm bu süreçte hukuki mücadelenizdeki temel motivasyonunuz neydi? Ve neden hala Mülkiye’desiniz?
Doç. Dr. Dinçer Demirkent: Güzel. Bu soru biraz, birkaç açıdan zor bir soru. Birincisi, evet ben uzun yıllardan sonra, 2017 Şubat’ından 2023 Ocak'ına kadar üniversitenin dışında kaldım. Ve 2023 Ocak'ta bir mahkeme kararıyla üniversiteye döndüm. Fakat ilk dönen üniversiteye, ilk çalışmaya başlayan benim, bunun zorlukları oldu. Bir zorluk kişisel açıdan, bir diğeri de hala birçok arkadaşımız üniversiteye dönemedi. Aynı süreci yaşadık, aynı imzalar atıldı. Fakat hukuk öyle bir gariplik haline geldi ki, bu olmadı. O yüzden biraz buradan başlayayım. ‘Nasıl bir süreç?’ dedin, oradan başlayayım. Dönemin rektörü Profesör Doktor Erkan İbiş, bir nükleer tıp profesörü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne, daha imza süreci ortada yokken, buranın öğretim üyelerine, buranın derslerine ilişkin, sürekli soruşturmalar açılmıştı. Bu soruşturmalara ben giriyordum, çünkü sendika temsilcisiydim. Sendika temsilcisi olarak kurulda bulunma hakkım vardı. Ve bunları nasıl yürütüldüğünü gördüm. Öncelikle daha bu süreç başlamadan, daha olağanüstü hal ilan edilmeden, zaten üniversite üzerinde çok ciddi bir baskı kurulmaya başlanmıştı. Ve bunun faili de dönemin rektörüydü. Fakat failliği burada kalmadı. İmza süreci başladıktan sonra, bir soruşturma açıldı. Biz bu soruşturmanın hukuksuz olduğunu söyledik. Bu soruşturma aslında, olmayan bir kanun. Anayasa Mahkemesi kanunu iptal etmişti. Meclis yeni kanun yapmamıştı. Dolayısıyla, bizi soruşturabilecek bir hukuk yoktu. Buna rağmen, başka bir hukuk uygulayarak soruşturmalar yürüttüler. Daha sonra bu soruşturmalardan başka üniversitelerde de yürütüldü. Ve onların aldığı cezalar iptal edildi. Çünkü hukuksuzdu. Fakat bizde yürütüldü. Soruşturulma sonuçlanmadı, çünkü hangi mekanizma ile olduğunu bilmediğimiz, gizli bir mekanizmayla, isimlerimiz bir şekilde iletilmiş, birtakım fişlemeler yapılmış; karmaşık bir süreç. Ankara Üniversitesinde, özellikle en ağır yarayı alan Cebeci kampüsünde, Siyasal Bilgiler Fakültesi, İletişim Fakültesi, Hukuk Fakültesi'nden 3 arkadaşımız üniversitelerinden ihraç edildiler. Toplamda 2 binin üzerinde akademisyenden, tüm Türkiye genelinde 404 arkadaşımız. Hem özel üniversitelerde, hem de kamu üniversitelerinde isimleri yazılmak suretiyle üniversitelerdeki görevlerinden atıldı. Ben bunlardan biriyim. Ve, bu arkadaşlarımızın, çok önemli bir kısmı, üniversitelerdeki görevlerine dönmedi. Dolayısıyla, içim rahat değil. O yüzden, hukuki mücadelemiz de kendi adıma devam ediyor. Onun da nasıl devam ettiğini söyleyeceğim. Fakat bütün arkadaşlarımız dönene kadar da üniversitenin hala üniversite olarak adının doğru telaffuz edilemeyeceğini düşünüyoruz. İkincisi, üniversiteden atılmak… Ben bu atılmayı bu kurumda yaşadığım için bunu benim gibi yaşayan çok insanın da olduğunu biliyorum, bana bir tür yuvadan atılmak, evinden atılmak gibi hissettiren bir duyguydu. Çünkü biz burada öğrencilik yaptık. Ben 2001 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydoldum ve neredeyse bütün hayatımı burada geçirdim. Ve buraya, asistan olarak geldiğimde de bir işe geliyor gibi değil; bir şey üretmeye, bir şey yaratmaya, evime geliyor gibiydim. Fakat 2015'te başlayan az önce bahsettiğim süreç, özellikle dersler ve öğretimleri üzerindeki baskı, bizi bir, hani motivasyon diyorsun ya, bir mücadeleye kendi başına sürükledi. Akademik özgürlük mücadelesiydi bu. Yine de, her şeye rağmen bu fakülte o dönemde çok ciddi akademik kurul kararları çıkardı. Siyasal Bilgiler Fakültesi Akademik Kurulu’nun, akademik özgürlükleri destekleyen, hem barış imzası öncesi hem de barış imzasından sonra çok ciddi kararları vardır. O dönemde, Mülkiyeliler Birliği, bu fakültenin öğretim üyeleri ve öğrencileri çok ciddi bir direniş gösterdiler. Böyle bir durumda motivasyonsuz kalmamız mümkün değil. Hukuk mücadelesinin arkasında da bu var. Biz atıldıktan sonra mahkemeye başvuru hakkımız yoktu. Çünkü olağanüstü hal KHK ekli listesi dediğimiz şey bir düzenleyici işlem ve bu kararnameler 2018 yılında yasalaştılar. Yasaya karşı idari başvuru yolu kapalıdır, başvuru yapamazsınız ve bu düzenlemede mahkemeye başvuru hakkı yok.
Dolayısıyla itiraz hakkı yok. Ömür boyu bir meslekten men edilmek gibi bir ceza var.
Bununla kalmıyor; ek tedbirler dedikleri pasaportuna el koyulması, çalışma haklarından yoksun bırakmak, sağlık güvencesinden yoksun bırakmak gibi birçok insanın stresle hastalanmasına, bir arkadaşımızın intiharına, ölümüne yol açan, öğretim ürünlerimizin ölümcül hastalıkları yakalanmasına, kaybettiğimiz arkadaşlarımız var, yol açan bir süreçten bahsediyoruz. Dolayısıyla bu süreçte yürütülen mücadeleler de kendi başına yürütülmüyor.
Bu imzalar herkesin kendi vicdani kanaatiydi. Ben kiminle aynı bildiriye imza attığımı bilmiyorum. Ama iki bin küsur kişiyle aynı bildiriye imza attım ve bir amaçla, barış isteme amacı, akademik özgürlükleri koruma amacı. Dolayısıyla da hukuk mücadelesinin motivasyonu buydu. Yaklaşık bir yıl sonra Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu adlı bir komisyon kuruldu. Bu komisyon Avrupa Konseyi tarafında da kabul edildi. Dolayısıyla, hiçbir başvuru yolu yokken Avrupa İnsan Hakkı Mahkemesi'ne başvuru yolu vardı. Avrupa Konseyi bunu kabul edince bu yol da kapanmış oldu. Dolayısıyla OHAL Komisyonu'nun, kararını beklemek zorunda kaldık. Avrupa Konseyi'nin önerdiği şekilde komisyon adil davranmak zorundaydı. Yani savunmaları almak zorundaydı. Bizden savunma istediler, daha doğrusu bir dilekçe yani başvuru dilekçesi. Fakat neyle suçlandığımızı bilmiyoruz. Kanun Hükmünde Kararname ek listesinde adımız yazıyor. Kendi kafamıza göre, “Ne olabilir? İmza attık, belki o olabilir.” diye düşünerek savunmalar yazdığımız, her yerinden hukuksuzluk akan bir süreç. Komisyon, beş yıl bekledi. Beş yıl sonra karar verdi; biz mahkemeye başvuru hakkı kazanmışız. Mahkemeye başvurduk ve başvurduğumuz mahkeme bir tane değil. Ankara'da kurulacak idare mahkemeleri diyor kanun. 10 tane mahkeme. 10 tane mahkemeden bir tanesi itirazınızı kabul ediyor. Bir tanesi itirazınızı reddediyor. Bir tanesi, hiç karar vermiyor. Belli mahkemelere düştüyseniz şanslısınız, belli mahkemelere düştüyseniz şanssızsınız. “SporToto” derdik eskiden şimdi iddia mı oldu? Bir tür kumara döndü. Ve bu mahkemeler kararlarını verdiler. Sonra bölge idare mahkemeleri süreci başladı, istinaf mahkemeleri. Ben Birinci Derece Mahkemesi'nden, davamın kabul edildiği kararını aldım ve üniversiteye döndüm. Üniversite, süresi içerisinde her ne kadar işlemi başlatmasa da birkaç gün sonra, süresi geçtikten birkaç gün sonra, başlattı. Bazı arkadaşlarımız bu süreçte de zorluk yaşadı. Yani mahkeme kararının uygulanması. İdari Yargılama Usul Kanunu’nda uygulamayanın cezaya tabi tutulacağı öngörüldüğü bir hüküm var. Buna rağmen bazı kararlar uygulanmadı ya da uygulanmaktan kaçınma suretiyle uygulanmadı. Fakat benim kararım uygulandı. Üniversiteye döndüm. Üniversite buna da itiraz etti. Dolayısıyla davası kabul edilenler de şu an İstinaf Mahkemelerinde. Ve üç bölge idare mahkemesi var bu yargılamalara bakan. Bu üçü de farklı kararlar veriyor. Örneğin, benim davama bakan on beşinci bölge idare mahkemesi henüz karar vermedi. On üçüncü bölge idare mahkemesi kararları bozdu, kabul kararlarını bozdu. Red kararlarına ilişin karar vermedi. On dördüncü idare mahkemesi kabul kararlarını onayladı. Ve onlar da Danıştay’a üniversite tarafından götürüldü. Şöyle düşünüyorum, çok basitçe ifade edeyim. 404 kişi üniversiteden ihraç edildi. Dolayısıyla geri kalan 1200 küsur kişi üniversiteden ihraç edilmedi. Neden? Aynı bildiriye imza atıldı. Fakat bazı üniversiteler listeleri ilettiler. Normalde Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanması gereken o dönemki sistem, parlamenter sistemdeydik o zaman, bakanlar kurulunun vermesi gereken bir karar.
Cumhurbaşkanı Başkanlığı'nda toplanan bir bakanlar kurulu oldu mu bilmiyoruz o dönem, takip ettik, bulamadık. Fakat olmuş ki imzaya açılmış ve imzalar atılmış. Bu aynı eylemi yapan iki bin küsur kişiden 404’ünü ihraç etti. Bir kısmı disiplin cezası aldılar, bir kısmı hiç ceza almadı. Özellikle büyük üniversitelerde; ODTÜ gibi üniversitelerde, Hacettepe gibi üniversitelerde atılmalar olmadı. Fakat büyük Üniversitelerden birisi Ankara Üniversitesi, rektörü marifetiyle bunu yaptı. Birinci kısım bu. İkinci kısım yine aynı eylem, OHAL konusu, adil davrandılar herkesin başvurusunu reddettiler. Fakat mahkemelere gittiğinizde bir kısım insanın davası kabul edildi, bir kısım insanın davası reddedildi. Aynı eylem ve garabete bakın. Şimdi, hukuk mücadelesi diyorsun. Benim adım bir yasada var, hala var. Bir yasa, bir mahkeme kararıyla kaldırılabilir mi? Bir yasa, bir OHAL komisyonu kararıyla kaldırılabilir mi? Ben kime başvuracağım? “Benim adımı, TC kimlik numaramı, çalıştığım fakülteyi, yasadan çıkarın kardeşim.” diye başvurabileceğim kim var?
—Meclis.
Doç. Dr. Dinçer Demirkent: Meclis. Meclise dilekçe vereyim ya da Mevzuat Genel Müdürlüğüne. Adım yasada yazıyor. Hakkımda mahkeme karar vermiş. Hayır. Yasada diyor ki terör örgütü bilmem ne.
Mahkeme diyor ki hayır, öyle bir şey yok. Mahkeme kararıyla yasa kalkar mı? Kalkmaz.
Böyle bir hukuk garabetinden bahsediyoruz. Bu kadar hukuksuz, bu kadar ip sapa gelmez bir süreç idi yaşadığımız süreç ve bu süreç ne yazık ki devam ediyor. Ben üniversiteye döndüm. Arkadaşlarım bakımından devam ediyor. Arkadaşlarım, Siyasal Bilgiler Fakültesinin neredeyse dörtte biri, 33 kişi, onlar dönemediler. Ve 2018 Mülkiyeliler Birliği Genel Kurulu da, evet, Genel Başkan oldum. Genel Başkan iken de bu süreci yakından takip ettik, davaları takip ettik vs. Fakat okulla ilişkim dediğiniz gibiydi. Her gün sabahın köründe kapısından girdiğim okula, bir gün geldim, davetle geldim, Mülkiyeliler Birliği Başkanı olarak. İnek bayramıydı. Kapıda durduruldum. Dedi ki “Alamayız hocam.” Dedim ki “Nasıl alamazsınız. Beni dekan davet etti. Arayayım söyleyeyim de alın.” Aradım, telefonum açılmadı. İki dakika sonra yanıma bir polis geldi. Hocam, işte, kamusal bir kişi değilsiniz, sizi burada gözaltı almak istemeyiz… gibi. Yani, dedim “Almayın zaten. Ben davetle geldim. İstenmiyorsam giderim.” Gittim de. Bunun yaşattığı iki büyük, bir kurumsal olarak, Mülkiyeliler Birliği Başkanı'nı almıyorsunuz, iki kişisel olarak, yani bu fakültede geçirdiğim zaman, verdiğim emek, fakültenin bana verdikleri, bunların hepsi böyle, bir şey gibi, nasıl söyleyeyim, üzerime çöktü yani. Büyük bir yük olarak. Üzerime çöktüğü bir gün olduğunu hatırlıyorum onun. Bunun gibi çok şey yaşadık. Başka arkadaşlarımız bundan çok daha ağırlığını yaşadılar. Fakat bir şey bizi ayakta tuttu. Elçin Aktoprak hocamız, bunu çok güzel ifade ettiler, sağ olsun. İnat ettik yani. Akademik özgürlükte inat ettik. Onun söyleyişiyle, yaptığımız işi yapmaya devam etmeye inat ettik. Ve bize bunu yapan da, en çok kızdıran da buydu zaten. Yaptığımız işi doğru bir şekilde yapmaya devam etmek. Bütün bu sürecin arkasındaki motivasyon da buydu sanırım.
—Teşekkür ederiz. Cumhuriyet Tarihi Öğrenci Hareketleri bakımından 19 Mart sürecini nasıl bir yere koyardınız? Sürecin hala devam etmesine karşı şimdiye kadar yaşanan eylemlerde, sizi şaşırtan veya son dönemde bu insanların 20 yaşında olduğunu göz önüne alırsak Z kuşağına yapılan eleştirilerin yanlışlandığını düşünüyor musunuz?
Doç. Dr. Dinçer Demirkent: Cumhuriyet Tarihi Öğrenci Hareketleri özellikle üniversite öğrencilerinden bahsediyorsak, 60'lı yıllarda üniversitelerin kitlelere açılması, daha elitlere açık olan kurumlardan kitlelerin girebileceği, daha yoksul insanların üniversite öğrencisi olabileceği ve tabii 68 hareketinin ,öğrenci hareketinin, çok geniş etkilerinin Türkiye'ye yansımasıyla birlikte oluşan dalgayı herhalde öne koymak lazım. Yani onun öncesinde öğrenci hareketleri var mı? Var.
Talebe Birlikleri var mı? Bunlar belli konularda ses çıkarıyorlar. 60'lı yıllarla beraber üniversite öğrencileri daha geniş bir kamunun gündemine girmeye başlıyor. 70'li yıllarda bu süreç sertleşiyor ve 12 Eylül darbesinin üniversiteyi hedef almasının temel nedenlerinden birisi de üniversite öğrencilerinin bu hareketleri oluyor. Mümtaz Soysal Hoca'nın çok güzel bir yazısı var. Dönemin öğrenci hareketlerinin sertliğinin, aslında bunun yarattığı huzursuzluğun, hükümetin 1971-73 arasında yapılan ve 1961 Anayasası'nın özgürlükçü taraflarını budamaya çalışan ve onların reform olarak adlandırdıkları, reforma karşı bu huzursuzluğun savunulması gerektiğini söyleyen bir yazıydı. Çünkü bu huzursuzluk özgürlükçü bir anlam taşıyordu. Fakat 12 Eylül aslında 1971-73'te provası yapılan darbenin çok daha ağır bir şekilde ülkenin üzerine çökmesi darbeyi yapan Cuntanın da bütün ülkenin üzerinde karabasan olması anlamına geliyor. İlk hedef üniversiteydi ve 1981 6 Kasım'ında Yüksek Öğretim Kanunu anayasadan önce çıkarıldı. Yani seçim kanunundan önce çıkarıldı ve anayasadaki üniversite düzenleyen 130. Madde YÖK kanuna göre yapıldı. Dolayısıyla, burayı çok önemsiyorlardı, üniversiteyi. Öğrencilerin üzerinde inanılmaz bir baskı vardı. Ve ben burada öğrencilik yaparken, 1980'li yıllarda öğrenci olan hocalarımın anlattığı, kapıda dönemin dekanı, Güney Devrez’in, dikildiği ve saç sakal kontrolü yaptığı bir fakülteye çıktıklarıydı. Çok inanılmaz bir baskı ortamı. Fakat 80'lerin sonuna doğru Mülkiye’de 1950'lerde kurulan, 60'larda başka bir şeye dönüşen öğrenci birlikleri, öğrenci dernekleri, öğrencilerin fikir grupları, öğrencilerin bir şekilde örgütlenerek kamuya söz söyleme taleplerinin de yeri olan geleneğin 1980'lerin sonunda tekrar kendini canlandırdığını, 1980'lerin sonundaki toplumsal hareketlerin de yanında, özellikle, 1989'da büyüyen işçi elemleriyle beraber ve 1990'larda da, bu hareketlerin artık kendine bir mecra, yer buldukları, dernekleştikleri, örgütlenme yasaklarının kalkması ile beraber, örgütlenme imkanları ile, 90'ların ortasında kamu sendikacılığının başlaması ile beraber üniversite öğretim üyelerinin örgütlendiği, dolayısıyla üniversitenin tekrar akademik özgürlüklerin yer bulabileceği, barınabileceği, geliştirilebileceği bir yere dönüştürme çabalarının, özellikle 1980'lerin sonunda başlayıp 90'ların sonunda güçlenen öğrenci hareketi ile mümkün olduğunu biliyoruz. Yani öğretim üyeleri, yöneticiler, üniversiteleri özgürleştirmezler. Genelde öğrenciler bu görevi görürler. Benim öğrenciliğim 2000'li yılların başıydı. Görece daha liberal bir ortam olduğunu söyleyebilirim. Celal Göle'in dekan olduğu siyasalda, rektörlük bakımından öyle değildi ama, daha az cezalandırılan, bugünle kıyaslanmayacak bir ortam olduğunu söyleyebilirim. Fakat öğrenci hareketinin yine bu dönemde serpildiğini ve yine akademik mücadelelerinin verildiğini söyleyebilirim. Bu döneme gelirsek, 19 Mart sonrasında bir kere İstanbul'da yaşanan şeyin çok kritik oluşu, İstanbul Üniversitesi'nin verdiği kararın öğrencilerce itiraz edilmesi bir akademik özgürlük savunmasıydı. Ve üniversite özerkliği savunmasıydı. Üniversite kendi kurullarıyla karar verebilmeli, üniversite kendi kurullarını seçebilmeli ki özgürce karar verebilsin. Bir diploma iptali söz konusuydu ve buna karşı ilk tepkiyi öğrenciler gösterdi. Ben böyle ilk tepkinin öğrenciler tarafından gösterildiği çok şey hatırlıyorum. Cumhuriyet tarihindeki öğrenci hareketleri bakımından, hatta Cumhuriyet'in öncesine gittiğimizde Darülfünunda, Mülkiye’de öğrencilik yapmış kişiler bakımından. Dolayısıyla çok önemliydi. Gençliğe ilişkin çok önemli bir şey gösteriyordu. Kuşakları, yani, Z kuşağı üzerine yazılanları okuyorum. Çoğu bana çok makul gelmedi. Kuşaklar kendi kendine bir şimdi inşa eder. Dolayısıyla, bir şimdi inşa ederken kendini bir miktar geçmişten ayıran, bir miktar geleceği şekillendireceğini düşünen oluşumlardır. Çünkü bir kuşak dediğimizde zamansal bir ardışıklığı da ister istemez çağırmış oluyoruz. Yani, bir kuşaktan bahsettiğimizde, onun bir öncesi, bir sonrasını varsayıyoruz. Fakülte içerisinde herhangi bir akademik, bilimsel, kültürel etkinliği yapmak için onlarca bürokratik işleme tabi kaldığınız bir dönem. Bizim dönemizden çok farklı. Bu bürokratik silsile içerisinde yapmak istediğinizi çoğu zaman yapamadınız bile. Okulda kaldığınız zamanın sürekli kısıtlanmasına tabi olduğunuz bir dönem. Okulda kalmak istemediğiniz, daha az zaman geçirdiğiniz. Türkiye'nin özellikle genç yoksulluğunun çok yoğun olduğu, gençlerin çalışmak zorunda olduğu bir dönem. Bu yoksulluk nedeniyle kültürel çeşitliliğin zayıfladığı bir dönem. Profil sordunuz, ben profili şöyle söyleyeyim. Benim öğrenciliğimde Türkiye'nin her yerinden arkadaşlarımız vardı. Ben şimdi sınıflarda soruyorum; Ankara, İç Anadolu ve birkaç İzmir İstanbul'dan gelen öğrenci. Balıkesir'den, Bursa'dan, İznik'ten, Diyarbakır'dan, Ağrı'dan, Kars'tan öğrencinin çok fazla olmadığı görüyorum. Bu profil meselesinde bu yoksulluğu konuşmak lazım. Bu insanlar niye bu fakülteye artık gelmiyorlar? Onu konuşmak lazım. Dolayısıyla bütün bunların içerisinde, bu kuşağın, bu baskıdan kafasını sıyırmasının, sıyırma biçiminin nasıl olduğunu düşünmek lazım. Ben bu 19 Mart sonrası fakültede yapılan boykot çağrısını Arka Bahçe'de izlerken sizlerden biri de olabilir, ya da bir arkadaşınızdır, onun konuşmasını dinledim. 68 kuşağına ilişkin bir eleştiri yapıyordu. “Onlar bize hep anlattılar. Biz şöyleydik, öyleydik. Biz onlardan daha iyiyiz. Bu koşullarda yaptık.” Ben çok benzer bir konuşmayı kendi öğrenciliğimde aynı kuşağa ilişkin yaptığımı hatırlıyorum ve böyle gözlerim dolacaktı gerçekten. O açıdan, üniversitede, ülkeyi de özgürleştirecek olan, üniversitenin de, ülkenin de geleceğinin sahipleri. Onlar da gençler. Dolayısıyla gençlere böyle “Z kuşağı şöyle bir kuşak, Z kuşağı apolitik bir kuşak, Z kuşağı böyle bir kuşak” yerine, eğer üniversitede ise bu profilin yeni kuşağın kendini inşa etme biçimlerini, hangi araçları kullandıklarını, kendileri seslerini duyurmak için neden o araçları tercih ettiklerini, nasıl bir dünyada yetiştiklerine bakmak, nasıl bir dünya istediklerini, o istedikleri dünyayı yaratabileceklerine olan inancı da nasıl örgüt ettiklerine bakmak. Yani bir analiz yapacaksak bununla ilgili, ben yapmadım bunu, ama bakmam gereken yerleri biliyorum. Buralara bakmak lazım.
—Ben konuşmanızdan gayet geleceğe yönelik umulu olduğunuzu ve bizim de umutlu olmamız gerektiğini anlıyorum şahsen.
Doç. Dr. Dinçer Demirkent: Başka türlü yaşayamaz insan. Öyle deme yani, umutsuz görünenler de kaşının gözünün bir tarafıyla, geleceğe bakıyoruz yani geçmişe adım atamıyoruz. Attığımız her adım geleceğe ve eğer geleceğe ilişkin bir umudumuz yoksa mutsuz oluruz. Bu şu demek değil, umutlarımız kırılmıyor mu? Her seferinde kırılıyor. Fakat umut ilkesini kaybedersek, kendi ütopyalarımızı düşünmez olursak, unutmuş olursak, hayal etmezsek çok mutsuz hayatlar yaşarız.
— Tekrardan çok teşekkür ediyoruz hocam.
Doç. Dr. Dinçer Demirkent: Ben teşekkür ederim.