Yazan: Öykü Karakuş
İki-üç sarı kanepenin olduğu bir salondaydık. Bu salonu Emek’te yürürken bir evin giriş katında görür, perdeler elverdiğince izler ve içindekilerin çocuklarını doğru büyüttüğünden emin olurdun. Oda, saksı ve kitap doluydu. Yanındakiler, Umut Hoca’yı dikkatle dinliyordu. Kampüste yürürken selam verip vermemek arasında kaldığım fakülte arkadaşlarımdı oturanlar.
Odadaki hava ağırlaştı sanki. O an, o odada kendimi insanlara da konuşulanlara da yabancı hissettim. Birden soğuk soğuk terledim, midem bir başkası onu eline almış da sertçe çalkalıyormuş gibi dönüyordu. Vücudum beni oturduğum sandalyeden hızlıca kaldırdı. Belki de olduğundan daha dar görünen koridorda duvarlara tutunarak yürüdüm. Zar zor geçip eriştiğim buz camlı tuvalet kapısını açtım. Kapıyı kilitledim, klozete oturdum ve beni boğan pantolonumun fermuarını indirdim:
Doğurmuştum.
Ne ara, nasıl doğurmuştum?
…
Birkaç yıl gibi hissettiren uzun bir aranın ardından pantolonumun içindeki "şeyleri" çıkardım. Çocuklarımın klozetin üstünde debelenen bedenlerine baktığımda yüzüme ekşi bir ifade yerleşti. Açıkçası ekşi hafif bir tabirdi. Hepsinden bir an önce kurtulmak ve sifonu çekmek istedim: beş tane çiğ çiğ miyavlayan yavru, kedi yavrusu. O güne kadar yaşadığım hayatın kırık dökük parçaları zihnimde canlandı. Lisede üniforma giydiğimde beni ortaokul öğrencisi sanarlardı. Daha dün okul dönüşü metro beklerken dakikaları sayar, küçük hesaplar yapardım. Düşünürdüm mesela: İstasyonun neresinde beklersem vagonun kapıları önüme denk gelirdi? Peki o vagonda oturabilmek için çaba sarf etmek savaşmaya değer bir mesele miydi yoksa rahatça sırtımı yaslayabileceğim, kapının yanındaki yüksek basamağa mı yanaşmalıydım?
Kusmaya başlamış olmam düşüncelerimi böldü. Klozete dayanmaya vaktim bile olmamıştı. Boğazım da deli gibi kaşınıyordu. Gözlerimi yaşadıklarıma anlam verme çabasıyla banyonun duvarlarında gezdirdim. Olağan dışı hiçbir şey yoktu: beyaz fayanslar, renkli banyo perdesi, çamaşır makinesi, sıvı sabun, tuvalet kağıdı… Köşedeki mop, misafirliğimi yüzüme vurdu ancak aşağı bakınca fark ettim ki yerde silinecek bir kusmuk damlası bile yoktu. Kustuğum yere yaklaştım ve gözlerimi kıstım. Fayansın üzerindeki yumak, aklımı kaybettiğimin son işaretiydi. Düşündüm- düşünmeye çalıştım. Titreyen ellerimle pantolonumun arka cebindeki telefonu çıkardım. Işığı yanan ekranda gördüklerim kalp atışlarımı daha da hızlandırdı: 3 haziran pazartesi, 10:00.
Demografi finalini kaçırmıştım.
…
Sabahımın başı ve sonu(?), çocuklukla yetişkinlik arasındaki farktı benim için. Trenler, vagonlar ve onların kapıları hakkındaki düşüncelerim ve bu an arasında bir uçurum vardı. Bu klozetin başındayken hiçbir kapı bana açılmıyordu. Uzun zamandır durup hayatıma uzaktan bakmamıştım. Dün gibi anımsadıklarım, anımsanmaya mecbur ve muhtaç anılar haline gelmişti artık. Anne olmuştum bi' kere.
Maalesef, o gün hayatımda ilk defa kendimi bir kadın gibi hissettim. Kadınlık hissine ulaşmaya dair geçmiş çabalarım -makyaj malzemeleri, kıyafetler, kuaförün arka tarafındaki oda, erkekler, kadınlar, diğerleri, seks...- ne yazık ki nafileydi. Kadınlığımı doğurganlığımla bağdaştırdığım için kendime acıdım ama çocuklarımı hiç özlemedim. Bir gün bile yas tutmadım, hepsinin yası öncesinde tutulmuştu.
İşin en garip tarafı, çocukken kendimi hep köpek insanı sanardım.