Ana içeriğe atla

DARBOĞAZ : İthal Dertler ve Refah İhracı




Milenyum +1’de Neler Oldu?

Türkiye’nin bir türlü çözülemeyen yapısal makroekonomik sorunu nedir?” sorusuna ‘Current Account’ yani ‘Cari Açık’ şeklinde heybeden bir cevap verebiliriz. Nitekim on yıllardır doğru cevap değişmez. Bir diğer yakıcı ve koca bir on yılın kalıcı sorunu ise 90’lı yılların enflasyonudur.

1999 yılında IMF ile imzalanan Stand-by Anlaşması bu sorunu tamamen ortadan kaldıracak 3 yıllık bir planlama içeriyor ve adına ‘Enflasyonu Düşürme Programı’ deniliyordu. Dolar ve euronun günlük değerleri yıllık şekilde belirleniyordu. 1999-2000 programında döviz kuru bir "çıpa" olarak kullanıldı ve belirli bir artış bandı içindeydi. Yani tamamen sabit değil, kontrollü bir artış vardı. Enflasyon düşürme hedefi gerçekleşse de beklenen rakamlara gerilemedi. Buna karşın ortada dış ve iç şoklara karşı epeyce kırılgan bir Türk ekonomisi yarattı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Başbakan Bülent Ecevit arasında MGK (Milli Güvenlik Kurulu) toplantısında çıkan ‘Anayasa Krizi’ siyasi krizden hızla ekonomik bir yıkıma evrildi. 19 Şubat 2001 (Kara Çarşamba) sonrası neydik ne olduk diye bir bakarsak:

GİRDİLER

ÇIKTILAR

Yarı-sabit döviz kuru ($ ve €)

  1. Aşırı değerli TL

  2. Ucuz dış borçlanan bankalar

  3. Banka açık pozisyonları ve kur riski


TL’nin aşırı değer kaybı

  1. Dövizlerin bankalardan yastık altına kayması

  2. Gecelik %7500’e çıkan repo faizleri

  3. Kamu borçlanması maliyetlerinin artışı (güven eksikliği)

  4. Yüksek risk primi

  5. Yarı-sabit kur rejiminin terk edilip dalgalı kur rejimine geçiş


Yüksek cari açık

GSYİH %5,7 küçülme

Kamu bankalarının artan görev zararları

Kamu bankalarının fonlanması sonucu artan bütçe açığı

Sermayesiz, yüksek güvenceli bankalar

Batan ya da TMSF’ye devredilen 21 banka

Hükümetin gölgesinde müdahaleci bir Merkez Bankası

Merkez Bankası özerkliği

Siyasete ve koalisyonlara artan güvensizlik

2002 seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidara gelişi

Geri dönmeyen krediler ve vade uyumsuzluğu (yüksek faiz riski)

%70’in üzerine çıkan enflasyon ve rekor işsizlik oranları


















Kriz Analizi

Ekonomik krizleri sınıflandırmaya yönelik çalışmalar 19.yyda devletlerin yaşadıkları krizlerin kendilerine has özelliklerinin ortaya çıkmasıyla başladı fakat 1990 ve sonrasında krizlerin çokça artması ve belli özellikleriyle, kriz modelleri 3 ana başlığa ayrışmıştır.

Birinci nesil olarak adlandırdığımız model 70’ler Latin Amerika’sında yaşanan krizleri anlamaya yönelik olarak Salant ve Handerson tarafından ilk kez ortaya atılmış, sonrasında Paul Krugman’ın, ikilinin attığı temelden faydalanmasıyla geliştirilmiştir. Krugman bu tarz modellere Kanonik Kriz Modelleri adını vermiştir. Modelin temel iki gerekliliği vardır:

  1. Ani hareketle başlayan krizin devletin para basmasıyla yönetilmeye çalışılması

  2. Kriz öncesi beklenen Merkez Bankası rezervlerindeki tedrici azalma

Türkiye’de 90’lardan süregelen yüksek enflasyon ve bütçe açığının Milli Güvenlik Konseyinde yaşanan tartışmayla bir krizi alevlendirmesi bu modele fazlasıyla uysa dahi para tabanındaki artış döviz rezervlerindeki artışla sağlanmış ve devlet kendi Devlet İç Borçlanma Senetleri (DİBS) üzerinden borçlanmıştı. Üstelik 2001 krizi öncesi döviz rezervlerinde azalmanın aksine artış gözlenmiştir.

Birinci nesil modellerin makroekonomik bakışı sebebiyle 92-93 yıllarında yaşanan ERM ve 94 Meksika Krizi’ni açıklamada yetersiz kalmasıyla kendi kendini doğrulayan ikinci nesil modeller geliştirilmiştir. Temel verilerdeki değişimin tutarlılığı içerisinde, para biriminde yapılan ani değişimlerin parasal tutarsızlık yaratabileceği ve krize neden olabileceğini açıklayan model Obstfeld’in çalışmalarının temel alınmasıyla oluşmuştur.

Model, finansal tutarlılık içerisindeki beklentilerle alınan makroekonomik kararların ilişkisine dayanır. Dengeli göstergelere karşın beklenmedik şekilde gerçekleşen spekülatif atakla kurun dengesini korumaya çalışmak için, olan parayı devalüe etmek faizin artmasına neden olacaktır. Devalüasyon beklentisiyle elden çıkarılan ulusal paralarsa devalüasyonun hız kazanmasına sebebiyet vererek devletin sabit kur politikasından vazgeçip krize girmesine yol açacaktır. Artan nominal faizle ise nakit dengesi bozulacak ve ülke zamanla durgunluğa sürüklenecektir. İkinci nesil modellerin üç temel faktörü;

  1. Devletin sabit kuru uygulamak istemesi,

  2. Korumak istemesi,

  3. Krizin gelişmesi için sabit kurun maliyetinin anormal derecede artmasıyla sabit kurun devamına inancın kalmamasıdır.




2001 krizinde yaşanan borç maliyeti artışıyla kuru korumanın kamuya maliyeti artmıştır. 2001 Temmuz’unda ise, bant uygulamasının erkene alınması gündemdeyken hükümete olan güvenin azalmasına neden olacağından vazgeçilmiştir.

Üçüncü nesil modeller Latin Amerika ve Asya krizlerini açıklamada önceki iki modelin yetersiz kalmasıyla oluşmuştur. Bu modeller bankacılık kriziyle para krizinin birbirini tetiklemesini temel alır. Finansal liberalizasyon sonrası denetimi zayıf bankacılık sahibi ülkelerdeki bankaların kar etme isteği, projeleri gittikçe daha fazla kredilendirmeye iter ve mantıklı veya mantıksız daha fazla proje ortaya koymalarına neden olur. Bu şekilde sistemin şişmesine Finansal Balon denmiştir. Sonunda sistemin patlamasıyla düşen krediler, bankacılık kriziyle birlikte ulusal finans sistemini bozarak para krizine neden olur. 2001 krizi tam olarak bu modele de uymamakla birlikte kriz öncesi dönemde alınan kur-vade uyumsuzluğu, dövizde pasiflerin fazlalığı gibi gereksiz riskler ve bu risklerin tetiklenebilirliği arttırması modele benzerlik gösterir. Kamu bankalarının piyasa faizinin altında ‘nakit dışı’ Devlet İçi Borçlanma Senedi (DİBS) almasıyla ortaya bütçelendirilmeyen ‘görev zararları’ çıkmış ve bilançoların çökmesine neden olmuştur. Özel bankalarınsa borçlanma payları 1990-2000 arası alabildiğine artmıştır. Bunlara karşın bankacılık sektöründeki bu riskler bankalar arasında homojenlik göstermemişti. 2000 senesinde uygulamaya konan istikrar programıyla ana makroekonomik değerler dengelenmiştir.

Üç modellemeyi kıyaslarsak ülke ekonomisi 90’lardan gelen enflasyon ve bankacılık sektöründeki zaaflardan zaten olası bir tetikleyici aramaktaydı. İkinci ve üçüncü kriz modellerinin bazı temel özelliklerine sahip olmakla beraber birinci nesil modelin iki ana niteliğini barındırmamaktadır. Bankacılık kriziyle üçüncü modele; bir tetikleyiciyle krize gidilmesi, ulusal para tutarsızlığı ve kriz öncesi dövizde tedrici azalma yaşanmaması da ikinci modele benzemektedir.

Sonrasında bir Kurtarıcı Mesih edasıyla yurt dışından getirilen Kemal Derviş ile “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ilan edilmiştir. Bütçe disiplini, kamuda şeffaflık, IMF’den güçlü kredi desteği, bankacılık reformu gibi bir paketten oluşan bu program da hükümeti ağır siyasi bir bedelden kurtaramadı. Yapılan erken seçimde hiçbir koalisyon ortağı barajı geçemedi, meclise sadece iki parti (AKP ve CHP) girerken bunlardan biri tek başına iktidar, diğeri ise tek başına muhalefet görevini üstlendi.

Yenilik Henüz Gerilik Değilken

Yeni hükümet temelde AB vizyonu ve Kemal Derviş'in başlattığı reform politikalarının genel çerçevesini takip ederek iç ve dış kamuoyunda gözleri uzun süre üstüne çekti. Artan yatırımlar, uzun süre sonra gelen siyasi istikrar (tek parti), düşen enflasyon ve değişim rüzgârı Türkiye’nin AB’den; müzakereler için tarihin tarihini, sonra tarihi almasını ve nihayet 50 yılın ardından üyelik müzakerelerinin başlamasını sağladı.

  • Ab üyeliği süreciyle gelen insan hakları, güçlü demokrasi, tam yargı bağımsızlığı söylemleri

  • Ordu-siyaset ilişkisinin düzenlenmesi

  • Artan kişi başı milli gelir

  • Rekora yakın büyüme oranları

  • Tek haneli enflasyon

  • Artan istihdam

  • Cari açığın dengeye anlamlı yakınlaşması

  • Azalan kamu borcu

  • Siyasi istikrar



Tüm bunlar 2003-2007 yılları arasında bir refah patlaması yaratırken Pasifik ötesinde boy gösteren 2008 mortgage krizinden de payımızı aldık. 2008’de %0.8 büyürken 2009’da %4.7 küçülen Türkiye, bu sefer bankacılık sisteminde yapılan regülasyonlar sayesinde sektörel bir çöküş yaşamadı. Ancak oyunu %47’lere çıkaran iktidar 2009 yerel seçimlerinde bir düşüş yaşadı.

AB müzakerelerinin yavaşlayarak durması, orduya bir kumpas olduğu anlaşılan Ergenekon davaları, yükselen işsizlik, fütursuzca artan kamu harcamaları, toplumsal eylemler, yükselen enflasyon, yolsuzluk ve rüşvet operasyonları, terör saldırıları, Fethullahçı paralel yapılanmanın son hamlesi darbe girişimi gibi tersine bir gündem 2010 sonrası Türkiye’yi bekliyordu. Zor bulduğumuz refah yine bu topraklarda kalıcılık kazanamadı.

Darboğaz’a Giren Dünyanın Yeni Ekonomik Düzeni



Dünyanın ekonomik düzeni ezelden beri bir araştırma ve tartışma konusu olmuştur. Günümüzde kendimizi içinde bulduğumuz durum da öyle. Değişim sadece Türkiye’yi değil, tüm dünyayı dalga dalga sarsarak ilerliyor. Bu değişimleri tarih boyunca Birinci Dünya Savaşı öncesi liberal emperyalist sistem, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Bretton Woods ve Reagan ile ortaya çıkan Neoliberal Küresel Ekonomik Düzen gibi birçok adla gördük. Bu sadece son 120 yıl içinde gördüğümüz ve dünyayı etkisine alan ekonomik düzenlerden birkaçı. Son gelişmelere bakacak olursak Trump’ın demesiyle “Sözlükteki en iyi söz” olan gümrük tarifelerinin adeta mezardan hortlamasıyla tüm dünyayı sarsan ekonomik dalgalar. Ama bu mesele Trump’tan ve gümrük tarifelerinden daha büyük. Çünkü bu değişim kendisinin gelişinden çok önce başladı ve çok daha derin bir noktadan geliyor. Ve bu değişimi, yani yeni bir küresel düzenin eşiğindeki dünyayı açıklamaya çalışan kavramlarımız var. Bunlar; tersine küreselleşme (deglobalization) ve ayrışmacı küreselleşme (splintering globalization).


Her şeyden önce içinde bulunduğumuz düzeni anlamamız lazım; o da Küresel Ekonomik Düzen. Küresel ekonomik düzenin temelleri her ne kadar Bretton Woods ile atılmış olsa da asıl mihenk taşı gelişmeler Reagan/Thatcher dönemindeki neoliberal ekonomik devrimle ve Soğuk Savaş’ın bitişiyle ortaya çıktı. Regülasyonları ve vergilendirmeyi mümkün olduğunca azaltan neoliberal düzen şu anda değişen eski sistemin kritik noktasıydı. Artık tek kutuplu olan dünya düzeninde eskisi gibi ekonomik ambargolar, gümrük vergileri, döviz takası kısıtları limitleri gerekmeyecekti. Bunun yerini özgür sermaye, yatırım ve ürün dolaşımı aldı. Yayılan internet ve bilgisayar teknolojisi ise bu süreci roket gibi hızlandırdı. Avrupa Birliği’nin pozitif bakışı ve Euro’nun ortaya çıkışı da artık dünyanın eskisi gibi bölünmüş ve kutuplaşmış değil, birleştirici olacağını gösteriyordu. Yoksulluk dünya tarihinde ilk defa bu kadar azalmış, özgürlükler hiç olmadığı kadar çoktu. Fakat ufukta kimsenin beklemediği gelişmeler vardı.


Takvimlerimizi 1997’ye alıyoruz, güzergâh Güneydoğu Asya. En başta Tayland’da baş gösteren bu finansal kriz hızla diğer Güneydoğu Asya ülkelerine sıçradı. Çıkan ekonomik kriz Japonya, Tayland, Çin, G. Kore gibi Güneydoğu Asya ülkelerine uluslararası finansal bağımlığın ne kadar tehlikeli olduğunu göstermişti. Bu sayede Güneydoğu Asya ülkeleri kendi finansal kurumlarını geliştirecek ve güçlendirecekti.

Sonrasındaki 11 Eylül saldırısı da, tüm dünyayı yerinden oynatacaktı. Finansal olarak özellikle gelişmekte olan ülkelere olan ekonomik yatırım fırsatlarını baltalayacaktı. Çünkü oğul Bush döneminde yürürlüğe giren “Patriot Act” ABD’nin ve ABD’li sermayenin nerelere yatırım yapabileceği konusunda “sermayenin terörü finansmanını engellemek” amacıyla bu yatırımlara müdahale hakkını ABD devletine tanımıştı. Bu olaylar ve 2008 Kriziyle 2014 Kırım Savaşı özellikle Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelere uyarı niteliğinde olmuştu. Çünkü 2014’te Kırım savaşıyla Rusya’nın VTB bankası çok ciddi yaptırımlara uğramıştı. Bunun üzerine, SWIFT (Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication) yerine Rusya SPFS’i (Sistema Peredachi Finansovykh Soobscheniy), Çin CIPS’i (Cross-Border Interbank Payment System) ve Hindistan UPI’ı (Unified Payments Interface) ortaya çıkardı. SWIFT ve alternatiflerinin temel işlevi finansal bir iletişim sağlayan bir ağ, bankların ve yatırımların ulusal ve uluslararası düzende işlemesi için elzem bir teknoloji. Çin’in Tayvan, Hindistan’nın Kaşmir hedefleri nedeniyle onların da kendi finansal bağımsızlıklarını güçlendirmeleri gerekiyor.


Peki, bu diğer ülkeleri nasıl etkiliyor? Çin, Rusya ve Hindistan’ın hiç de azımsanmayacak sermayeleri ve yatırımları var. Bu yatırımlarda öncesindeki gibi batılı kurumlar ve batılı para birimlerini değil, kendi kurumlarıyla kendi para birimlerini kullanıyorlar. Trump hükümetinin yurt dışına yaptığı yardımlar ve yatırımların kesilmesi ve gümrük tarifelerinin hortlamasıyla doların değer ve itibar kaybı engellenemeyecek gibi duruyor. Ve bahsettiğimiz ülkelerin yaptığı yardımların ve yatırımların azalmayacağını hatta artacağını tahmin edebiliyoruz. 





  1. Tersine küreselleşme (Deglobalization); ülkelerin ve finansal kurumların kendi ülkelerini koruyacak politikalar geliştirmesi yatırımlarını ya kendi ülkesini ya da komşu ülkelerine yapmasıdır, ekonomik bağımsızlık ve güvenlik vurgusu bulunur. Tarihte benzer durumu Birinci Dünya Savaşı’nda ve takiben ortaya çıkan Büyük Buhran’da görmüştük. Milli ekonomi, yerli yatırım veya sosyalizm ve komünizm gibi söylemler sükse yapmıştı. Ve maalesef Faşizm ve Nazizm gibi ideolojilerin de doğumuna sebep olmuştu. Bu ideolojiler görünümde ülkesini kalkındırmış gibi gözükse de aslında bir yanılgıydı. Ve takibinde İkinci Dünya Savaşı yaşanmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımı hegemon ülkeler için bir uyanış çağrısı olmuştu. Bretton Woods, Birleşmiş Milletler, Genaral Agreement on Tarriffs (GATT) gibi gelişmeler günümüzdeki sistemin temellerini attı. Yakın tarihe bakacak olursak, tersine küreselleşme için kırılma noktalarından birisi COVID-19 salgını olmuştur. Küresel üretim zincirinin aksaması ve hükümet üstü uluslararası kurumlar (DTÖ, BM, DSO, AB) sorunlara çözüm üretme konusunda eksik kalması (veya eksik kalmış gibi gözükmesi) sebebiyle bu tez güçlenmiştir. Bu özellikle ABD için bir uyarı niteliğinde olmuştu. Trump’ın ve Biden’ın seçim vaatleri arasında yerli üretim vurgusu yerini bulmuştu. Hem Biden dönemine hem de Trump’ın yeni başlamış olduğu başkanlık dönemine gümrük vergileri ve yerli üretim politikaları büyük yer oynadı ve oynuyor. Tersine küreselleşmede vurgu; korumacılık, yerli finansman ve yerli üretim üzerinden ilerliyor. Amaç, her türlü finansal ve üretimsel kaynakların mümkün olduğunca bağımsız ve milli olması. Trump’ın gümrük vergileri, BK’nin Brexit’i ve hatta Avrupa Birliği kuşkucularının söylevinin altında yatan düşünce buradan kaynaklanıyor.



Dipnot: Dünya Ticaret Örgütü’ne ABD’den hâkim atanmaması sonucu kasten DTÖ işlev dışı bırakılmıştı. Çünkü küresel ticaret Çin’in lehine olacak şekilde değişmişti. Bunu engellemek adına Trump, Biden ve yine Trump döneminde gerekli atama yapılmadı, bu yüzden DTÖ fiilen işlevsiz bir kurum olmuştur.



  1. Ayrışmacı Küreselleşme’de (Splintering Globalization); ülkeler oluşturdukları müttefik ilişkilerine göre yatırımlarını yaparlar. Aslında bu terim; “Splintering Globalization” sözlükte tam karşılığı yok. Küresel ekonominin dağılması bağlamında kullanılıyor. Sermaye sahibi ABD, Çin, Hindistan, Rusya gibi ülkeler yatırımlarını kullanarak politik bloklar oluşturur. Soğuk Savaş dönemi buna bir örnek olabilir aslında. ABD’nin Avrupa’ya yaptığı Marshall Yardımları sadece ekonomik olarak ABD’nin işine yaramamış, aynı zamanda Avrupa ülkelerinde komünizmin yayılmasını engellemiştir de. Bu sayede ABD küresel düzeyde ekonomik gücünü sağlamış oldu. Daha yakın tarihlerde IMF paketleri, USAID, AB fonları politik ve ekonomik etki çemberleri oluşturma konusunda etkili bir role sahipti. ABD’nin Trump yönetimiyle birlikte ortaya çıkan “Hükümet Tasarruf Departmanı (DOGE)” ile birlikte ABD’nin etkisi nasıl değişecek bir merak ve endişe konusu. Çünkü USAID basit bir yardım kurumu değil, aynı zamanda küresel yatırımlarıyla ve yardımlarıyla ABD’ye yumuşak güç sağlıyor ve aynı zamanda yardım ettiği ülkelerde kendisine pazar açıyor. Çin’in Bir Kuşak - Bir Yol projesiyle Afrika’ya ve Orta Asya’ya yaptığı alt yapı, maden araştırması, limanlar, tren yolları, otoyollar gibi yatırımlarla ekonomik ve politik gücünü dünyaya yayıyor. Bu sayede Çin’in Yuan’ı ve finansal kurumları dünyada daha fazla güvenirliğe ve güce erişiyor. Benzer girişimlerin Rusya ve Hindistan tarafından da yapıldığını görebiliriz. Sonuç olarak çok kutuplu bir küreselleşmeyi anlatır ayrışmacı küreselleşme. Şangay Beşlisi (BRICKS+), AB, hatta NATO gibi kurumlar bu düzenin en önemli semptomlarından birisi. Rusya-Ukranya savaşı ve Ticaret Savaşı bu tezi güçlendiren etkenlerden. 


Sonuç olarak, şu anki uluslararası politik ekonomiye bakacaksak aslında bu iki tanımımızın karışımı bir halde olduğumuzu söyleyebiliriz. ABD’nin gümrük politikası deglobalize bir devi bize gösterirken, AB, Çin, Rusya ve Hindistan’ın ekonomik politikaları ayrışmacı küreselleşme örneği gösteriyor. AB, içindeki ülkeleri dış ekonomik tehditlerden korumaya çalışıyor; özellikle Çin’in elektrikli otomobil sektörü Almanya için büyük bir tehdit. Çin ise ABD’nin ortaya çıkardığı boşluğu dolduruyor, gelişmemiş ve gelişen ülkelere ürün satarken, aynı zamanda onların doğal kaynaklarını kullanmak amacıyla yatırımlar yapıyor.
















Milenyum’un İkinci On Yılından Kısa Bir Türkiye Panaroması


2011 seçimlerinden sonra %50’ye yakın oy almış AKP Hükümeti baskılarda artışa ve muhalifleri üzerinde aleni müdahalelere gitmişti. ‘Havuz Medyası’ dediğimiz günümüzde artık ana akımın tamamını ele geçirmiş “Yeni Basın’ın” sesi gürleşmişti.


Arap Baharı’nın Suriye’de açamadığı çiçekler ve iç savaşın ülkemiz gündemine ışık hızıyla giriş yapması dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu üzerinde Büyük Ortadoğu Projesi’nin hafızalara kazıdığı ‘bölgesel güç’ olma ideasına derin bir bağlılık yarattı.


Türkiye Ortadoğu’nun ağabeyi olma hevesi ışığında derin kuyulara, şimdilerde bile içinden nasıl ne şekilde çıkacağımızı bilemediğimiz dehlizlere, sürüklendi.


Gezi

Dönemin hükümeti Gezi Parkı’nda tarihi kalıntıları kalmış olan Topçu Kışlasını yeniden inşa etmek ve bir kısmını AVM’ye dönüştürme kararı almıştı. 27 Mayıs 2013 tarihinde buldozerler Gezi Parkına girdi ancak bir grup aktivist bu yıkımın ilerlemesini engellemek istedi. Bunun üzerine 2013 yılının ilk aylarında Türkiye, tarihinin en büyük protestolarına şahit oldu. Gezi Portestolarına İstanbul’da halkın %16’sının katıldığı bilinmektedir, yani bir buçuk milyon insan.




Gezi Parkı protestoları Türkiye’nin günümüzde içinde bulunduğu durumla bağıntılı dominotaşlarından sadece biridir ancak yarattığı etkiler ile diğer domino taşlarının önüne geçer. Kısa vadedeki etkiler eylemlerden kaynaklanan sadece Taksim çevresini etkileyen sonuçlardır. Örneğin küçük işletmenin ve Taksim’deki otel işletmeciliğinin ekonomik olarak aldığı hasarlar.

Uzun vadeli sonuçlara baktığımız zaman gözümüze ilk çarpan 2013 yılından sonra güvenlik harcamalarındaki artıştır. Gazeteci Başak Kaya’nın Sözcü Gazetesinde 8 Haziran 2016 tarihli haberine göre güvenlik harcamaları 2013 yılından itibaren artış eğilimine girmiştir. 2012 yılında 3.8 Milyar TL olan güvenlik harcamaları; 2013 yılında 4.6’ya yükselmiştir.


Bugün hala eylemlerin gerçekleştiği yerlerde mobil karakollar bulunmaktadır. Ayrıca devletin itibar kampanyalarına ayırdığı bütçe artmıştır. Buna dair kesin bir veri olmamakla beraber olaylardan beş yıl sonra İletişim Başkanlığı’nın resmen kurulması ve her geçen yıl bütçesinin hızla artması bize bunu kanıtlar niteliktedir. Devletin bahsigeçen harcama kararlarının sonuçlarından biri de doğrudan yabancı yatırımcının girişlerinde tereddütler denebilir. Bu tereddütleri, süreçte yaşanan hukuksuz müdahelelerle ve kamuoyunda ‘intikam’ mahkumu gibi görülen Kavala davası gibi dosyalarla bağdaştırmak da mümkündür. Yıllar sonra bile ifadeye çağırılan sanatçılar, simge fotoğraflara konu oldukları için yurtdışına kaçmak zorunda bırakılanlar, polis şiddetinde hayatını kaybeden ve ağır yaralanan gençler kamu vicdanında kapanması zor yaralar açmıştır.



Gezi kendinden sonra gelen protestolar için bir mihenk taşı olmuş, yeni bir orta sınıfın manifestosu olarak nitelendirilmiştir. Bazıları için başarıya ulaşmış, diğer taraf için başbakanın epic bir zaferle çıktığı anarşik eylemler olarak kalmıştır. Bilinen şu ki Gezi Parkı Protestoları Türkiye tarihinin hiç şahit olmadığı iç ve dış neticeleri olan, tüm tarih yazımlarında kendine atıf yaptırmak mecburiyetinde olunan ve belki hala siyasi-iktisadi sonuçları aşılamamış geniş bir toplumsal hareketliliktir.


17/25


Ülkenin gündemine oturan birçok kasadan güvenilir ayakkabı kutuları, aile bağlarını pekiştiren ses kayıtları, tapeler, dört bakancık ve operasyonlar. Canımız Türkiye’mizin akil insanları da yetmedi bu olanlara akıl sır erdirmeye. Artık ülkemizde resmi olarak bir ‘güven krizi’ vardı. Operasyonun adı bile borsanın çakılmasına ve yatırımların dibi boylamasına yetiyordu: Yolsuzluk ve Rüşvet. Sonrasında bu operasyonların uyguluyacıları FETÖ zanlısı olarak ömrünü yurt dışında geçirmek zorunda kalsa da, muhalif kesim bu durumu yalnızca bir yöntem zaafiyeti olarak görmektedir.




Son Darbe Girişimi


Türkiye’de pek çok başarılı veya başarısız darbe girişimleri olmuştur, bu girişimlerin en son gerçekleşeni 15 Temmuz 2016 darbe girişimidir. 15 Temmuz’daki bu girişim ordudaki paralel bir dini yapılanma olan Fetullah Gülen terör örgütü (FETÖ) tarafından gerçekleştirilmiştir. Darbe girişimi başarısız olmuş ve karşısında geniş bir halk direnci bulmuştur. Ardından bir temizlik süreci başlamıştır.




20 Temmuz’da ilan edilen OHAL İlk olarak üç ay olarak kararlaştırılsa da 18 Temmuz 2018 tarihine kadar sürdü. Bu süre zarfında Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile pek çok kurumda hükümet müdahaleleri gerçekleşmiştir. Pek çok kamu çalışanı ve akademisyen de bu kervanın içindedir.


15 Temmuz Darbe Girişimi ve OHAL sürecine giden periyotta Türk Lirasının değer kaybı ve Türkiye’deki siyasi zemin her skandalın daha da derin hissedilmesine sebep oldu. Uluslararası veya ulusal farklı kaynaklara OHAL sürecinde 150 200 arası gazetecinin tutuklandığını belirtmekte fayda var.


Başkanlık Sistemi


16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandum Türkiye için bir dönüm noktası oldu. Parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş kabul edildi, ancak bu kabul ediş muhalefet nezdinde şaibeli karşılandı. Yüksek Seçim Kurulu (YSK), mühürsüz oy pusulalarının da geçerli sayılmasına karar verdi. Ancak dönemin CHP Genel Başkanı durumu çabuk kabullendi ve atı alan sudaria geçti. Güçler ayrılığı ilkesi büyük darbe aldı ve şimdilerde muhalefet tarafından ‘Tek Adam Rejimi’ olarak adlandırılan sisteme geçilmesi, ülkedeki denetim mekanizmalarını işlevsizleştirdi.

Suni büyüme yaratmak amacıyla hükümetin kredi genişlemesine gitmesi %7.4’lük bir oranda büyüme sağladı ancak sürdürülemez oldu. Enflasyondaki artış durdurulamaz bir seviyeye, cari açık hükümetin mücadele edemediği ve ertelediği bir sorun haline geldi.


Seçtik mi seçtik mi

Ağamızı seçtik mi

Demokrasi derkene

Üsküdar’ı geçtik mi?”





                                                İkilemler Işığında Berat Albayrak Dönemi:

Ekonomi Politikalarında Bilimsellikten Siyasi Pazarlığa

Türkiye’de ekonomi yönetimi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin hayata geçmesiyle birlikte önemli değişimlere sahne oldu. 9 Temmuz 2018 tarihinde Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanması, ekonomi yönetiminde hem sembolik hem de pratik bir dönüm noktasıydı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı olan Albayrak’ın atanması, ekonomi politikalarının kişiselleşeceği ve siyasi önceliklerin teknik önceliklere baskın geleceği endişelerini doğurdu. Bu endişeler kısa sürede gerçeklik kazandı ve ekonomi politikalarının merkezine "Faiz sebep, enflasyon sonuç" gibi geleneksel iktisadi yaklaşımlarla ters düşen bir söylem yerleşti. Böylece piyasalarda ve yatırımcılarda güvensizlik ortamı oluşmaya başladı.

Bırakınız Satsınlar

Albayrak dönemindeki ekonomi politikaları, Merkez Bankası üzerinde artan siyasi baskılar ve rezervlerin yoğun biçimde kullanılmasıyla hatırlandı. Özellikle Türk Lirası’nın değerini korumak adına Merkez Bankası rezervlerinin satılması, uzun vadeli ekonomik riskleri artırdı ve Türkiye ekonomisini dış şoklara karşı savunmasız bıraktı. Rezervlerin nasıl ve hangi koşullarda kullanıldığı ise kamuoyuna net bir şekilde açıklanmadı. Bu durum sonrasında “128 milyar dolar nerede?” tartışmalarını alevlendirdi ve yönetimin şeffaflığı ciddi şekilde sorgulandı.

Dolarizasyon ve KKM: Krizin Panzehiri mi Müsebbibi mi?

Berat Albayrak döneminin önemli sonuçlarından biri, hızla artan dolarizasyondu. Ekonomik güvensizlik ortamında bireyler ve şirketler tasarruflarını döviz cinsinden tutmaya başladı. TL'nin iç ve dış değer kaybı derinleştikçe, döviz mevduatlarının toplam mevduat içindeki payı rekor seviyelere ulaştı. Bu trend, para politikası araçlarını işlevsiz hale getirirken, Merkez Bankası rezervleriyle müdahaleler de ancak geçici etki yaratabildi. Bu ortam, ilerleyen yıllarda Kur Korumalı Mevduat (KKM) sisteminin temelini attı. Her ne kadar KKM, 2021 sonunda devreye alınmış olsa da Albayrak döneminde kur farkı tazminatlı TL hesaplarının ilk fikirleri gündeme gelmişti. TL’yi korumak için getirilen bu sistem, aslında dönemin yapısal zaaflarının bir uzantısıydı: ekonomi öngörülemez hale geldikçe, vatandaşın dövize olan güveni artıyor, devlet ise bu güven krizini kamu kaynaklarıyla ikame etmeye çalışıyordu.

YEP Politika Belgesi? Propaganda Aracı?

Albayrak’ın görev süresi boyunca her yıl düzenli olarak açıklanan Yeni Ekonomi Programları (YEP), hedeflenen ekonomik göstergeler açısından sürekli olarak gerçeklerin çok gerisinde kaldı. Programlarda sunulan büyüme oranları, enflasyon hedefleri ve işsizlik oranlarıyla piyasanın gerçekleri arasındaki büyük farklar, bu programları giderek teknik belgelerden çok siyasi bir propaganda aracına dönüştürdü. Ekonomik aktörler ve yatırımcılar, sürekli gerçekleşmeyen vaatlerle karşılaştıkça hükümetin politikalarına olan güven sürekli olarak düştü.





Soylu-Peker-Albayrak Üçgeni

Ekonomi yönetimindeki başarısızlıklar yalnızca teknik değil, aynı zamanda politik krizleri de tetikledi. Berat Albayrak ile dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu arasında güç mücadelesi yaşandığına dair iddialar, Ankara kulislerinde sıkça konuşuldu. Sedat Peker'in sosyal medya üzerinden Soylu’yu hedef aldığı videolar, bu iç iktidar savaşlarının medya ve mafya üzerinden yürütüldüğünü gösteriyordu. Albayrak’ın Soylu’nun görevden alınmasını istediği ancak Bahçeli’nin desteğiyle bunun mümkün olmadığı kulislerde dillendirildi. Devlet yönetimi, liyakatten çok klikler arası dengeye endekslenmişti.

Damat Bakanlığı Takipten Çıktı

Berat Albayrak’ın 8 Kasım 2020 tarihinde Instagram üzerinden duyurduğu ani istifa kararı, kamuoyunda büyük şaşkınlık yarattı. İstifanın resmi kanallar yerine sosyal medyadan açıklanması, devlet yönetiminde alışılmadık bir yönteme işaret ediyordu. Daha da çarpıcı olan ise, istifa sonrası yaklaşık 27 saat boyunca hükümet tarafından herhangi bir açıklama yapılmamasıydı. Bu belirsizlik süreci, devlet kurumlarının işleyişi açısından büyük bir krize işaret etmesi gerekirken, ironik biçimde piyasaların buna olumlu tepki vermesi dikkat çekiciydi. Bakanlık koltuğunun boş kalmasına rağmen piyasaların olumlu yönde tepki vermesi, ekonomi yönetimine olan güvensizliğin boyutunu ortaya koymuş oldu.

128 Milyar Dolar Tartışmaları: Şeffaflık Sorunu

Berat Albayrak döneminin belki de en tartışmalı konusu, Merkez Bankası’nın rezervlerinden yapılan döviz satışlarıydı. Kamuoyunda “128 milyar dolar nerede?” şeklinde dillendirilen bu tartışma, rezervlerin şeffaf olmayan yöntemlerle eridiği iddialarıyla gündeme geldi. Satılan rezervlerin hangi koşullarda, kimlere ve hangi fiyatlardan verildiği belirsizliğini korudu. Bu süreçte yapılan resmî açıklamalar ise kafa karışıklığını gidermekten ziyade artırdı.

Boş Koltuk Daha Mı İyi Yönetiyor?

İstifa sonrası boşluk dönemi, ekonomi yönetimindeki kurumsal zafiyeti tüm çıplaklığıyla ortaya koymuş oldu. Hazine ve Maliye Bakanlığı koltuğunun boş kaldığı kısa süre içinde bile piyasaların rahatlaması, yönetime duyulan güvensizliğin açık bir işaretiydi. Bu süreçte piyasaların “yönetim yoksa, belirsizlik de yok” şeklindeki ironik tutumu, ekonomi politikalarının ve yönetim anlayışının ne derece sorunlu olduğunun açık bir kanıtıydı.



  Post-Albayrak


MB Başkanları

Murat Uysal (2019-2020), Erdoğan’ın faiz indirme taleplerini yerine getiren bir profil çizdi. Görev süresi boyunca politika faizi agresif biçimde düşürüldü; kısa vadede ekonomiyi canlandırmayı amaçlayan bu hamle, piyasalarda güvensizliği artırdı ve sonraki dönemlerde kur şoklarına zemin hazırladı.

Naci Ağbal’ın (2020-2021) göreve gelişi piyasalarda geçici bir rahatlama sağladı. Ağbal’ın piyasa dostu adımları ve faiz artırım kararları ekonomide pozitif yankılar buldu. Ancak Ağbal'ın Erdoğan'ın düşük faiz beklentisine direnişi, yaklaşık dört buçuk ay gibi kısa bir süre görevde kalmasına neden oldu. Görevden alınması piyasaları şok etti; döviz kuru tarihi zirveleri test etti, Türkiye’nin risk primi arttı.

Şahap Kavcıoğlu (2021-2023) ise Erdoğan'ın faiz politikasına en net şekilde uyum sağlayan başkan olarak öne çıktı. Kavcıoğlu yönetiminde faiz oranları tekrar düşürüldü, ancak enflasyon hızla yükseldi ve hayat pahalılığı arttı. Döviz kurları rekor seviyelere ulaşırken, MB’nin bağımsızlığı konusunda uluslararası piyasalardaki algı dibe vurdu. Bu süreçte Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Türkiye'nin faiz indirim politikalarını diplomatik bir üslupla 'cesur' bulduğunu söylemesi, uluslararası arenada ironik ve alaycı yorumlara yol açtı.

Nureddin Nebati ve "Gözlerindeki Işıltı"

Merkez Bankası politikaları kadar, Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin açıklamaları da ekonomik sürecin sembolü oldu. Nebati’nin "Ekonomiyi rakamlara takılmadan, gözlerimdeki ışıltıya bakarak anlayın" demeci, ekonomi yönetiminin gerçeklerden kopukluğu ve teknik yetersizliği konusunda sert eleştirilerin odağına yerleşti. Bu açıklama, piyasalardaki güvensizliği derinleştirdi ve ekonomi yönetiminin ciddiyeti hakkında şüphe uyandırdı.

Ekonomik Etkiler ve Toplumsal Sonuçlar

Bu politikaların sonucu olarak Türkiye, yüksek döviz kuru, rekor cari açık ve enflasyon sorunlarıyla karşı karşıya kaldı. Döviz kurlarındaki sert dalgalanmalar, asgari ücretin satın alma gücünü ciddi oranda eritti. Gelir eşitsizliği arttı; üst gelir grupları, düşük faiz ortamında kredilere ucuz erişimle zenginleşirken, toplumun geniş kesimleri hızla fakirleşti. Yüksek enflasyon, temel tüketim maddelerine erişimi güçleştirdi ve ekonomik sorunlar toplumsal sorunlara dönüşmeye başladı.

Günümüze Yaklaşırken

Cumhuriyetimizin 100. Yılı 2023’de, insanlar daha umut dolu ve çoşkuluydu. Sadece bilim insanlarının gündeminde olan deprem 6 Şubat Kahramanmaraş’ta kendisini göstermiş ve binlerce insanımızın hayatını etkilemişti. Satılan çadırlar, giden yardımların önünü kesen sözde ‘insanlar’, imar barışları. Banka kasalarına, bir yerlerde ayısı dayısı olanlara ulaşan iş makineleri…

KKM parıldaması gözlerimizi alırken, kemer belimizi sıkmaya devam ediyor, boğazımızdan da doğru düzgün bir şey geçmiyordu. 2024 Ocak için TÜİK enflasyonu %63 açıklamış ve bir ay sonrasında ilk kadın TCMB başkanımız da görevinden affını isteyenler listesine katılmıştı.

İstanbul Sözleşmesi’nden tamamen çekilmiş olan Türkiye, hukuk ve sosyal devlet örneği sergileyerek yurttaşlarına ekonomide olduğu gibi, toplumsal refah konularında da – emsal olacak- yeni düzenlemelerle boşluğu doldurdu.

Sosyal medya şirketlerinin temsilcilik eksikliğini, kullanıcıların hak ve özgürlüklerinin ihlalinin önüne geçirecek yasa tasarılarıyla korku iklimi tazeleniyordu. Bunun akabinde ‘Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’ de hayatımıza girmiş oldu.


İTHAL DERTLER VE REFAH İHRACI:


Türkiye’de özellikle Berat Albayrak döneminden itibaren uygulanan para politikaları, iç üretim kapasitesini geliştirmektense dış kaynaklı döviz ve ürün teminini öncelemiştir. Bu tercihler, yapısal sorunları çözmek yerine borçlanma yoluyla geçici bir refah algısı yaratmayı amaçlamıştır. Kısa vadeli döviz girişleriyle ayakta tutulmaya çalışılan ekonomi, içeride refah üretmek yerine dışarıdan ithal etmeye yöneldi. Ancak bu “refah ithalatı”, beraberinde yalnızca geçici bir rahatlama değil, kalıcı ekonomik ve toplumsal kırılganlıkları da beraberinde getirdi.


Borçla finanse edilen sahte istikrar, geniş halk kesimleri için düşen alım gücü, artan eşitsizlik ve toplumsal kutuplaşma anlamına geldi. Böylece ekonomi, sürdürülebilir büyüme yerine geleceğe ertelenmiş faturalarla yönetilen bir yapıya dönüştü.


Derdimiz, KYK yurdu çıkmadığı için tarikat yurdunda kalan Enes Kara’nın intiharı, yine benzer yapılardaki yurtlarda tacize/tecavüze uğrayan çocuklar, para için katledilen yenidoğanlardır. Derdimiz, katledilen binlerce kadın, her geçen gün güven kaybeden yargı, zümreci eğitim sistemi dayatması, baskı altındaki akademi, biatçı muktedir zihniyet ve her geçen an kötüleşen ekonomidir. Ümitsizlik salgınıdır.


Giderlerse gitsinler!” denen fakat gitmemekte kararlı olan gençler bizim derdimizdir, bu vatan bizim kaygımızdır!


Bunca bulanıklık, artık utanç kaynağı olmaktan çıkmış kirli çamaşırlar ve rabbena hep bana düzeni sayesinde halkın içinde bulunduğu ahvalin birinci elden sorumluları hala sorumluluk almamaya devam ediyor. Yoksulluk sınırının 78.000TL olduğu ülkemizde asgari ücret 22.104TL ve TCMB verilerine göre çalışanların %43.1’i bu ücrete mahkum durumda.


Bir üniversite öğrencisi (eğer devlet üniversitesi ise) en az 30tl lik öğlen, 60 TL’lik akşam yemeğine ayda haftasonları hariç 1.800TL ayırmak zorundadır. Yemekhane kalitesi değerlendirmeye alınmasa bile; yurt,ulaşım,kitap,faturalar,filtre kahve ve çay derken 3.000TL’lik KYK bursunun deva olacağı dert sayısı bir elin parmağını geçmiyor.


Bir porsuktan ya da ağaçkakandan daha komplike bir varlık olan insan için sanat da sosyallik de seyahat de en temel ihtiyaçlar arasındadır. Liste uzadıkça dibi gören bir hayata layık görülen milyonlarca gencin ekonomiden daha önemli hiçbir gündemi yoktur. Günlük ve küçük siyasi hesaplarla, futbolla, kısır tartışmalarla, kirli iletişim stratejileriyle oyalanmaya çalışılan bizler geleceğimizi elimizden alanların kendi geleceklerine göz kulak olması gerektiğini söyleye duruyoruz.


Biz ne bir avuç azgın azınlığız ne de kendini kaybetmiş anarşistler.

Genciz, değişecek ve değiştireceğiz!




Kemal Şerif                 

Mülayim Sert

Kavuklu                    

Bakkal Gaz

Eda Beşli

Efe Mert Uyaner

Shahrizoda













Bu blogdaki popüler yayınlar

İhtilaller ve İhtimaller Üzerine: Fransız Devrimi’nin Etkisiyle Demokrasinin Süreçsel Gelişimi

  Fransız Devrimi’ne Giriş Fransız Devrimi, yalnızca bir ulusun siyasi yapısını değiştiren bir hareket değil, aynı zamanda modern demokrasinin temellerini atan bir dönüm noktasıdır. Eric Hobsbawm’a göre modern dünyanın tarihsel süreci iki olay ile başlamıştır, İngiltere’de ortaya çıkan Endüstri Devrimi ve Fransa’da ortaya çıkan Fransız Devrimi. (Hobsbawm, 1962) Devrimin ortaya çıkışı, Fransa’nın içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunlarla yakından ilişkilidir. 18. yüzyılın sonlarında Fransa, ekonomik, toplumsal ve siyasi bir kriz içerisindeydi. Mutlak monarşi, halkın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı ve Kral XVI. Louis’in yetersiz liderliği devleti zayıflatıyordu. Toplum, vergiden muaf tutulan din adamları ve soylular ile vergiler altında ezilen üçüncü sınıf (halk) arasında keskin bir ayrışmaya sahipti. Amerikan Devrimi’ne verilen mali destek ve 7 Yıl Savaşları, devleti mali bir krizin eşiğine getirmişti. Tarımsal üretimdeki düşüşle birleşen kıtl...

Prof. Dr. Altuğ Yalçıntaş ile Alternatif İktisat Akımları: Heterodoks Yaklaşımlar / Mülkiye Postası 05.12.2024

Muhabir: Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için Mülkiye Postası adına size teşekkür ederim. Henüz çiçeği burnunda bir oluşum olarak ilk röportajımızı sizinle gerçekleştiriyoruz. Giyotin dergi çatısı altında temelde röportajlar, söyleşiler, sonrasında anket çalışmaları ve Mülkiye Haberleri yapmak amacıyla yola çıktık. Uzun ömürlü ve nitelikli bir oluşum olması için elimizden geleni yapıyoruz. Destekleriniz için tekrar teşekkür ederiz. Prof. Dr. Altuğ Yalçıntaş: Her zaman. Muhabir: Hocam isterseniz yine kitabın en başından alalım. Sizin için iktisat nedir? A.Y: En zor yerden girdin. İktisat geleneksel olarak ekonominin bilimidir. Yani ekonomiyi açıklamak için uğraşan insanların bir araya gelerek yaptığı şeyin ismine iktisat diyoruz biz. Ama bu cevap yeterli olmayabilir çünkü bu sefer “ekonomi nedir?” sorusunu cevaplamamız gerek. Ekonomi yine geleneksel olarak üretim, tüketim ve bölüşüm alanlarının bir bütünü olarak tanımlanır. Bu alanlardaki faaliyetlerin yapısı teknoloji ...

Avrupa’da Sosyal Demokrasinin Mevcut Durumu, Yeniden Yükselişi ve Geleceği Mülkiye Postası – 06.12.2024

Selin Çelik: Hocam, öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için Mülkiye Postası adına size teşekkür ederim. Henüz çiçeği burnunda bir oluşumuz ve ilk röportajlarımızdan birini sizinle gerçekleştirmekteyiz. Mülkiye Postası’ndan biraz bahsetmek isterim. Giyotin Dergi çatısı altında röportajlar, söyleşiler, anket çalışmaları ve Mülkiye ile ilgili haberler yapmak üzere yola çıktık. Uzun ömürlü ve nitelikli bir oluşum olması için elimizden geleni yapıyoruz. Destekleriniz için tekrardan teşekkür ederiz. Dr. Öğretim Üyesi Uğur Tekiner: Rica ederim. SÇ: İsterseniz, ilk sorumuzla başlayalım. Öncelikle, Fransa ve Birleşik Krallık'taki sol partilerin zaferleri seçmen davranışlarındaki değişimi mi yoksa geçici bir tepki yansıtmakta ve uzun vadede bu desteği artırmak için nasıl bir vizyon gerekli? UT: Aslında çok yerinde ve güncel bir soru. Bu iki eğilimi de düşündüğümüzde, her ikisi de diyebilirim. Öncelikle, geniş bir perspektiften baktığımızda bu iki seçim zaferine sadec...